Perfect Days: Hiçbir Gün Aynı Değildir
- somepeople

- 16 Tem
- 3 dakikada okunur

Sabahın erken saatleri, gökyüzü gecenin siyahlığını günün maviliğine bırakırken ve bütün sesleri ayrı ayrı duyabiliyorken insan kendini bir parçası olarak görür hayatın. En azından bir kez yaşamışızdır böyle bir sabahı. İşte Perfect Days bize bunu sunuyor. Daha ilk sahnesinden itibaren.
Hirayama, Tokyo’da umumi tuvaletleri temizleyen orta yaşlı bir adamdır. Hayatı, dışarıdan bakıldığında tekdüze, sıradan hatta monoton görünebilir. Ancak film, bu sıradanlık algısını yavaşça tersine çevirir. Güne aynı şekilde başlayan, aynı sırayla kişisel bakımını yapan, çiçeklerini sulayan, teybine kaset takarak arabasına binen, öğle molasında fotoğraf çeken bir adamın hayatına baktıkça, bu tekrarların bir rutin değil, adeta bir ritüel olduğu anlaşılır. Perfect Days, bu ritüel aracılığıyla zamanla kurulan kişisel bir bağın, yaşamın basit anlarında bile nasıl bir anlam taşıyabileceğinin zarif bir göstergesidir.
Hirayama’nın yaşamı, alışkanlıkların ötesinde bir farkındalıkla örülmüş gibidir. Onun her günü aynı gibi görünür, ama hiçbir gün aslında tamamen aynı değildir. Bu, izleyicide güçlü bir soru uyandırır: "Aynı şeyleri tekrarlamak anlamsızlık mı getirir, yoksa bir yaşam biçimine dönüşebilir mi?" Wenders, bu soruyu Hirayama’nın sessiz varlığıyla yanıtlar. Gündelik rutinleri, bir direniş biçimi gibi işler; hız çağında yavaş kalabilmenin, tüketim kültürüne karşı üretken bir sadelikle yaşayabilmenin mümkün olduğunu gösterir. Bu sadelikte estetik vardır; çiçek sulamanın, kasetten müzik dinlemenin, özenle yerleri silmenin kendine has bir zarafeti.
Film boyunca Hirayama’nın yaşantısında merkezde olmasa da yan rolde olan insanlar görürüz: Çalıştığı yerdeki genç Takashi, onun kız arkadaşı Aya, her zaman uğradığı lokantadaki Mama... Hepsiyle mesafeli ama sıcak bir iletişimi vardır. Hirayama, insanlarla iç içe değil, paralel yaşamak ister gibidir. Kalabalığın içinde bir yalnızlık değil, bilinçli bir sessizlik tercih eder. Konuşmak yerine dinlemeyi, müdahil olmak yerine gözlemlemeyi seçer. Bu da onun iç dünyasında dinginlik ve uyum yaratır. Film boyunca izleyici, Hirayama’nın dünyasında dış seslerden koparak, onunla birlikte yavaşlamayı öğrenir. Bazen düşünmeyi bile bırakır. Çünkü film, sadece bir karakterin değil, bir zihinsel durumun temsilidir.
Wenders’in kamerası yalnızca karakteri değil, çevresini de büyük bir özenle gösterir: ağaçların arasından süzülen sabah ışığı, kaldırım taşlarının üzerindeki yapraklar, pencereden içeri giren gölgeler... Bu görüntüler, Hirayama’nın yaşam biçimiyle bütünleşmiş doğa döngüsünün bir parçasıdır. Onun için zaman çizgisel değil, döngüseldir. Her gün başa sarar ama aynı yerden geçmez. Bu da Japon kültürüne özgü “mono no aware” yani geçiciliğin güzelliğini kabul etme halini çağrıştırır. Hirayama'nın günbegün çektiği siyah beyaz fotoğraflar, zamanın akışına karşı bir tür tanıklıktır. Yok olup gitmeden önce bir ânı tutmak, sabit bir şey kalmasa da izini sürmek...

Tüm bu sadeliğin içinde filmde öne çıkan bir başka anlatım aracı da müziktir. Hirayama’nın kaset çaları yalnızca bir araç değil, onun günlerinin ritmini belirleyen bir arkadaştır adeta. Lou Reed'den Nina Simone'a uzanan parçalar, karakterin iç dünyasını kelimeler olmadan anlatır. Müzikler nostaljik ama yorgun değildir; tam aksine hayatla barışık, kimi zaman neşeli, kimi zaman ağırbaşlı bir eşlik sunar. Filmdeki sessizlik kadar müzik de güçlü bir anlatım aracıdır ve Wenders bunu dozunda kullanarak hem duygusal hem de yapısal bir denge kurar.
Filmin estetik anlayışı, Japonya’nın “kusurlu güzelliği” anlatan wabi-sabi felsefesiyle de uyum içindedir. Wenders, Tokyo’nun gösterişli yüzünü değil; sokaklarını, umumi tuvaletlerini, sessiz parklarını ve küçük lokantalarını gösterir. Bu alanlar Hirayama'nın yaşam alanlarıdır. Ne dekor ne de arka plan olarak değil, doğrudan hayatın ta kendisi olarak yer alırlar. Film, göz alıcı bir olay örgüsünden ya da dramatik gerilimden beslenmez. Tam tersine, gösterilmemiş olanla ilgilenir. Bir karakterin çamaşır katlaması, bir ağacın yapraklarını süzmesi ya da bir çocuğa tebessüm etmesi gibi küçük anlarda derin bir anlam barındırır. Wenders, dışarıdan gelen bir yönetmen olarak egzotizme düşmeden, Japon kültürünü incelikli bir saygıyla gözlemler. Bu gözlem, kültürü temsil etmeye değil, onunla birlikte nefes almaya yöneliktir. Bu yüzden Perfect Days bir "doğu" anlatısı değil; evrensel, insani ve dingin bir varoluş anlatısıdır.
Geçmişine dair çok az şey öğreniriz Hirayama’nın. Ziyaretine gelen yeğeni, karşılaştığı eski bir tanıdık ya da patronunun birkaç sözü, onun eskiden çok başka bir hayatı olabileceğini düşündürür. Ama film geçmişe dönmez. Çünkü Hirayama da dönmez. O, geçmişle değil, bugünle yaşar. Film bize tam da bunu hissettirir: “an”ın farkına varmanın, kabullenmenin ve yavaşlamanın değeri.
Final sahnesinde, arabasında çalan şarkıyla birlikte Hirayama’nın gözlerinden süzülen yaşlar ve yüzünde beliren gülümseme... Bu an, bütün filmi özetler aslında. Ne büyük bir olay ne bir kırılma noktası; sadece yaşanmış ve yaşanmakta olan anların bir toplamı. Sessizce, derinden gelen bir farkındalık. Ne yaptığı değil, nasıl yaptığı önemli olan bir adamın hikâyesi bu. Sade, ama boş değil. Tekdüze, ama ruhsuz değil. Sıradan, ama hiçbir şekilde önemsiz değil.
Perfect Days, hayatın anlamını büyük sözlerde ya da olağanüstü olaylarda değil; tekrar eden küçük anlarda, sessizlikte, dikkatle yaşanan gündeliklikte bulanlar için bir başyapıt. Ve belki de tam bu yüzden, izledikten sonra içimizde garip bir huzur, yavaşlamaya dair bir özlem bırakıyor.


basit hayatın muhteşem günleri..